Değişik konuları içeren, alıntılarla birlikte çok uzun bir yazı sizleri bekliyor. Sıkılmamanız için, hangi bölüm ilginizi çekiyorsa, ara başlıklara bakarak tercih yapmanızı öneririm.
Geride kalan 15 günü Japonya da yapılan Grand Prix Final maçlarını tartışarak geçirdik. Herkes düşüncelerini, televizyondan izlediklerini dile getirdi. Bende sitemizde bu kervana katıldım.
Şimdi önümüzde çok çok önemsediğimiz bir Dünya Şampiyonası bizleri bekliyor. Bu büyük organizasyon için Filenin Sultanları çalışmalarını sürdürüyor. Günler hızla azalırken gelecek adına bir şeyler söylemek istiyorum.
Bu yazacaklarımla kimseye akıl vermek gibi bir düşünce içinde olamadığımı öncelikle vurgulamam gerekiyor. Federasyonumuz, ekibimizi Barbolini ve yardımcılarını emanet etti. Onlarda uzun sayılabilecek bir süredir hem kendi aralarında, hem de sporcularımızla birlikteler. Bu da “birbirlerini iyi tanıyorlar, birbirlerinin dilinden anlıyorlar” demektir.
Bizlere gelince, bazı kişilerin söylediğine göre “dışarıdan gazel okuyanlar” bölümüne giriyoruz. Hele benim gibi antrenörlüğü bırakanlar için “onların kafası bulanık, takmayın, amaçları ortalığı karıştırmak” diyorlar.
Kim ne derse desin, bizler yine de takımımızın başarılı olmasını isteyenlerin başında geliyoruz. Onun için görüşlerimizi açıklamaktan kaçınmıyoruz. Maçlardan sonra “tamam fırsat çıktı, yüklenelim” den çok, müsabakalar öncesinde “neler yapmalıyız? Neler bizi başarıya götürebilir?” sorularının tartışmaya açılmasını, çıkacak sonuçların “belki işlerine yarar, akıllarının bir köşesinde kalır” düşüncesinden hareketle yazıyoruz. Ulusalların daha iyiye gitmesini sağlamaktan öteye bir amacımız da kesinlikle yok. Netice de başarılı olmak hepimizi fazlasıyla mutlu eder.
MANŞET DERGİSİ YAZISI
Bu nedenle, dikkate alınmayacak olsa da, Dünya Şampiyonası hazırlıkları için bazı önerilerim var. Bunlara geçmeden önce Grand Prix sonrası gözüme çarpanlara değindiğim “Manşet Dergisi” için yazdığım yazıdan bir bölümünü buraya almak istiyorum.
Bu arada yeri gelmişken küçük bir not düşeyim. 2005 yılının Temmuz ayında yayın hayatına başlayan “Manşet Voleybolun Sesi” Dergisi, Enver Bağlarbaşı'nın özverili çalışmasıyla 100. sayısına ulaştı. Böylece, bende yüzüncü yazımla okurlarla birlikte olma şansını yakalamış oldum. Umarım sizlerinde desteğiyle, bu güzel dergi ve ben daha uzun yıllar birlikte oluruz.
Dergide ki yazı özetle şöyle: “Ağustos ayını, grup ve ardından gelen final maçlarının heyecanıyla geride bıraktık. 3 grubun ikisini üst üste Ankara da, birini Rusya da, finali de Japonya da oynadık.
Sakatlıklar nedeniyle bazı oyuncular kadro da yer almasına karşın oynayamadılar, bazı sporcularımız ise hiç yoktular. Bu nedenle doğal olarak sıkıntıların getirdiği ikilemler içinde kaldık. Teknik kadro bu sorunu etkili hücumu olmayan ama servise karşı manşeti ve defansı iyi oyuncuları 6'ya monte edip, Neriman'ı ataklarda en önemli silah olarak kullanarak çözmeye çalıştı. Böyle olunca da genelde başarılı olduğumuzu düşündüren karşılaşmalar oynadık. Ancak setlerin bir çoğunda bu düzen bize inişli- çıkışlı grafikler getirdi. 4'er, 5'er, hatta daha fazla sayıyı içeren artı- eksi sıçramalar yaşadık.
Bazen, uzun süredir unuttuğumuz çok etkili daha doğrusu sert servisler atıp rakibin oyun kurmasına engel olduk. Ama genelinde; antrenörümüzün hemen hemen her servise müdahale etmesi nedeniyle, hedefi tutturabilmek için servisi yumuşatmak zorunda kaldık. Bu da hem maçları uzattı, hemde kazanmaya çok yaklaştığımız müsabakaları yitirmemize neden oldu.
Söz teknik kadrodan açılmışken bir kaç noktaya daha değinmek gerekiyor. Bunların başında da belirledikleri oyun düzeninin dışına çıkıp, gidişatı etkileyecek hamlelerde, ayrıca oyuncu değişikliklerinde yavaş kaldılar, yada hiç yapmadılar. Gerçi istatistik antrenörlerimizi de sayarsak geniş bir teknik kadroya sahibiz. Eminim ki çoğu da maç öncesi yapılan çalışmalardan çıkan sonuçları görüyorlardır ama nedense bunlar bir sonraki müsabaka da sahaya yansıtılamadı. Belki tartışma olanağı bulamadılar, belki de teknik patron Barboli'ni yi ikna edemediler. İçlerinde olmadığımız için bunları bilmemiz olası değil ama gördüğümüz şey; takımımızın grup karşılaşmaları dahil 14 müsabakada da ayni oyun tarzı ve mantıkla oynamasıydı.
Servise karşı manşette belirli bir seviyede kalırken, bloklarda yer belirlemede, zamanlamada ve en önemlisi de elleri içeri uzatmada aksadığımız anlar az değildi. Hücumlarda köşelerden ve 6 numaradan oynama tercihinin fazlalığı nedeniyle ortaları az kullanmak, geriden yapılacak ataklar düşünülerek Kübra'yı 2'ye tek ayağa fazlaca göndermek, bir çok karşılaşmada tıkanmalara neden oldu. 4'den çok atak yaptık ama hücum yerlerini, topun yüksekliğini belirli ölçülerde değiştirerek bu ısrarı kısmen gidermeye çalıştık.
Bu zorlu yarış da en çok beğeni kazanan tarafımız, bir Asya takımı gibi defansımızdı. Bu bizi ayakta tutan, en önemli özelliğimiz olarak bir köşeye yazıldı. Ayrıca tüm oyuncularımızın güçlü rakipleriyle yaptıkları özverili mücadele de bir başka artımızdı. Oyuncularımızı tek tek ele almak ve değerlendirmeyi istemiyorum. Çünkü hepsi ellerinden geleni fazlasıyla yaptılar. Üstelikte “neden oynatılıyor?” sorularına bazı maçlarda ön plana çıkarak cevap verdiler.
Netice de geride kalan 14 maçı düşündüğümüzde daha çok tartışacak şeyleri bulamak olası. Ne var ki genele bakıldığında özellikle final de Japonya karşısında ki dağınıklığımızı saymazsak iyi maçlar oynadık. Gerçi Rusya ile Çin maçlarının 5. setlerinde öne geçip, sonlarını getirememek de “eksi” olarak hanemize yazılmalı. Bu iki sonuçtan biri bile kürsünün üçüncülük sırasına çıkmamıza yeterli olacak, Dünya Devi Brezilya'yı yenmemizi çok daha anlamlı hale getirecekti.
Grand Prix'e nokta koymadan önce sonuçlara da kısaca değinmekte yarar var: Start alan finalin ilk gününde, Brezilya'yı iyi oynayarak 3-2 yendik. Bugüne hiç alt edemediğimiz rakibimizi devirmek, gerçekten tüm sporseverleri ayağa kaldırdı. Bir gün sonra ise, ev sahibi Japonya karsında adeta sahada kaybolduk. Brezilya'yı mağlup eden bir takımın 24 saat sonra bu kadar durmasına bu kez hiç kimse bir anlam veremedi.
Gruplar da Ankara da yendiğimiz, onların evinde yenildiğimiz Rusya'ya 2-3 kaybettik. Bu müsabakaya yenilgiden çok hakeme yapılan eleştiriler damga vurdu. Maç boyu iyi bir yönetim göstermeyen hakemler kadar, bilgisayar görüntülerini de uzun uzun tartıştık. Hatta mağlubiyeti bilgisayar'ın önce “hata yok”, sonra da “hata var” görüntüsüne bağladık. Ama önde götürdüğümüz 5. seti neden yitirdiğimizin nedenlerini es geçtik.
Bir gün sonra yine önde olduğumuz 5. seti bu kez Çin'e kaptırıp sahadan 2-3 yenik ayrıldık. Son gün Belçika'yı 3-1 geçmek bizi ancak 4. sıraya çıkarabildi.
Yine de tüm bunların İtalya da yapılacak Dünya Şampiyonası için iyi bir tecrübe ve neleri düzeltirsek, daha etkili olacağımızı net olarak ortaya koydu. Şimdi iyi düşünme, daha iyi organize olma, hatalardan arınma, bazı özelliklerimizi ön plana çıkarma, ayrıca maça noktayı koymak adına son bölümlerde sayıya giden yolları çeşitleme zamanı. Eğer bunların çalışmalarını bıkmadan usanmadan yaparsak, çok daha üst düzeyde bir voleybol oynayan takım oluruz.
Bu da başından bu yana “bu kadro İtalya da kürsüye çıkar” diye iddia eden kişiler gibi bana da güzel bir övünme payı verir.”
VOLEYBOLUN ALFABESİ
Okuduğunuz gibi Grand Prix'i anlatırken, sıkıntılara da kısa kısa yer vermeye çalıştım. Şimdi sıra bazı sorunları aşmak, sonuca daha kolay gidebilme adına neler yapılabileceği önerilerinde...
Voleybol Alfabesi'nin başlangıç harflerini şöyle sıralayabiliriz:
Servis atıyorsan;
A- Hedefe giden sert servis
B- Blok
C- Defans
D- Çıkan topun hücuma dönüştürülmesi
Servis karşılıyorsan;
A- Manşet
B- Pas
C- Hücum ve aksiyonları (çeşitliliği)
D- Dublaj
İşte bu alfabedekileri iyi uygulayabiliyorsan, her karşılaşma da, her rakibe karşı önde başlarsın.
Peki biz bu alfabenin neresindeyiz?
SERVİS
Eskisi gibi sürekli etkili servis atmıyoruz. Bu da rakiplere her bölgeden daha kolay atak yapma şansı tanıyor. Servisi sertleştirdiğimiz anlarda bu kez üstünlüğü elimize alıyoruz. Bu iniş- çıkışların getirdiği sıkıntı, Japonya da hem maçları uzatmamıza, hemde kazanmaya çok yaklaştığımız müsabakaları yitirmemize neden oldu.
Bu konuya daha önce 4 Ağustos tarihli yazımda şöyle değinmiştim:
“Bundan önceki yıllarda rakiplerimize “Türk takımının özellikleri nedir?” diye sorulduğunda hemen hemen hepsi, etkili servislerimizi ilk sıraya koyardı. Ne zaman ulusallar dahil, takımlarımızın başına İtalyanları getirdik, böylece bu özelliğimizi de kaybettik. Çünkü şu anda tüm İtalyan çalıştırıcıların yaptığı gibi Barbolini de her servise gelen oyuncuya nereye atacağını gösteriyor (Bu arada Japonya, Amerika ve Rusya'nın teknik adamları oyuncularının servislerine yok denecek kadar az karıştılar). Sporcularımızda başlarında ki teknik adamın işaret ettiği yere atmak zorunluluğu yüzünden hata yapmamak için servisi yumuşatıyorlar. Böyle olunca da rahat manşet alan rakiplerimiz, hücumlardan da kolay sayılar üretiyorlar. İşte ABD mücadelenin de 5 sete uzamasının en büyük etkenlerinin başında bu vardı. Çabuk oynamaya çalışan, özellikle ortadan çok hücum eden bir oyun tarzını yerleştirmeye çalışan Amerika, iyi manşet alınca (% 63, iyi manşet yüzde 45) hem çabuk atak yaptılar, hem de ortaları çok kullandılar (Akinradewo 23, Adams 12 top).
HEDEF NOKTALAR
Bir başka sıkıntı; biliyorsunuz rakibi ortadan oynatmamak için iyi servis atmanın dışında, topun yönlendirildiği bölgelerde çok önemlidir. Eğer servisi 4-5-6 da bulunan oyunculara atarsanız, oradan çıkan paslar genelde pasörün karşısından geleceği için daha kolay pas dağıtımı yapmalarını sağlar, ortaları da daha çok kullanırlar. Özellikle kurşun, uzak kurşun paslarla atak yapanlar için fazla sıkıntı yaratmaz. Ancak 1 numara dan, 1 bölgesine uzun servis atılırsa, manşet alanı çok zorlar, ayrıca çıkan top genelde 3 metre civarında kalır. En iyi olasılıkla top iyi çıksa bile, pasörün arkasındaki alandan geldiği için ortaları kullanmak zorlaşır.
NEREYE ATTIK
Peki biz bu karşılaşma da ne yaptık? Genelde 4-5 numaralarda ki köşe oyuncularına attık. Tabi ki bu da önemli bir taktik. Bu düşüncenin mantığında; eğer 4 den manşete açılan oyuncu topla buluşursa, hücumda zorlanır. Eğer 5'deki köşe oyuncusu manşeti alırsa, o zamanda geriden atak yapma şansını azaltır. Ama yukarıda da değindiğim gibi bu bölgeden çıkan top çok kötü değilse, pasörler pas atmakta fazla sıkıntı yaşamazlar. Biz genelde bunu benimsedik. 113 servis kullandık. Bunların 29'unu libero ile buluşturduk. Banwarth hiç hata yapmadı. Yüzdesi %72, iyi manşet % 62.
Manşet konusunda takımın en sorunlusu Hill'i 29 kez topla buluşturduk. 3 hata yaptı, yüzdesi 45, iyi manşet %31. Robinson'a 26 servis attık, 1 hata yaptı, yüzdesi 69, iyi manşet %41. Sonra dan giren diğer iki oyuncu ise toplam 16 kez manşet aldı.
Peki 113 servisten kaçını 1 bölgesine attık? Onu da vereyim. Sadece 19. Yani ortadan çok oynayan bir takıma asıl sorun yaratacak yere 19 servis atabildik.
Getirisini de yazayım. Bunların 15 tanesi kötü çıktı, bırakın ortaları kullanmayı, köşelere bile zor atıldı. 1'inde direk hata yaptılar. 3'ü ise pasöre iyi manşet olarak geldi.”
SONUÇ
Rakip kim olursa olsun hedefe sert servis atmamız geriyor. Yer olarak yukarıda anlattığım gibi servisleri, 1'den 1'e ve 4'den hücum için açılan oyuncuya yönlendirmeliyiz. Çeşitliliği ise, Japonya da zaman zaman attığımız “havuz” tabir ettiğimiz 3 metre üstüne yönlendirerek ve hiç denemediğimiz “yan çizgilere servis” ile sağlamalıyız.
Zor mu? Zor değil. Çünkü bunları yan çizgiler dışında çok iyi yapıyoruz. O halde “yumuşak servis at, rakip hata yapsın, yapmazsa da pas yanlışı olabilir, hücumda hata yapabilirler, bloklarla durdururuz, defanstan çıkarırız” gibi savunma içgüdüsüyle servis atarsak, işi zora sokar, hedefin uzağına düşeriz.
BLOK-DEFANS
Servis attık, o halde sırada alfabenin ikinci ve üçüncü harfleri var: Blok ve defans yerleşimi.
Açalım: Servis karşıya geçtiğine göre, ilk savunmayı file üstünde yapmak gerekiyor. Yani ikinci aşama bloklar. Blok için çeşitli sistemler var.
1-Paralele blok, çapraz da 2'li defans
2- Çapraza blok
3- Tekli blok
4- 3'lü blok
Benim tercihim: Topun düştüğü yerde, yani smaç vuranın karşısında mutlaka köşe oyuncusunun olması, orta oyuncununda çaprazı kapatması. Bu paralel blok yerleşiminde, öndeki köşe oyuncusunun 3 metre civarında yan çizgiye yakın beklemesi, arkasında ki oyuncunun da yine çapraz defansı. 6 numaranın ikili bloğun arasından, ya da üstünden gelecek topu kontrol etmesi, 1-6 veya 5-6 arasında defans. Diğer oyuncunun rakip smaçörün durumuna göre, blok arkasını ve orta boşluğu gözetmesi.
Nedeni: Paralel hücumda topun bizim oyuncuyla buluşma uzaklığı genelde 4-6 metre arasında olur. Yakından sert gelen bir top, defanstaki oyuncumuzun üstüne bile gelse, reaksiyon zamanı az olduğu için hata oranını fazlalaşır. Onun için blok öncelikle paraleli kapatmalı. Rakibi çapraz atağa zorlamalı. Bu arada çapraza hücumlarda, topa vurulan yerle, defans mesafesi daha uzundur (8-9 metre civarı) Sporcunun düşünme, hareket etme zamanının yanında uzunluk, topun şiddetini de azaltır. Hele önden açılan değilde, arkadaki oyuncuya gelirse (10-13 metre) defans daha da kolay olur.
HER ANTRENÖRÜN YOĞURT YİĞİŞİ FARKLIDIR
Bu benim öncelikli tercihim. Ayrıca sadece bu sistemi uygulamakta doğru olmaz. Tabi ki rakibe göre oyun içinde değişikliklere gidilir. Bunu yapabiliyorsan iyi takım olursun. Ama genel olarak ben köşe ataklarda bunu benimserim. Öte yandan her antrenörün takımına oynattığı farklı blok ve defans sistemleri vardır. Bu birazda oyuncularla, onların fizik yada hızlarıyla ilgilidir. Kısa bir pasörün varsa ve rakip onun üstündeki koridoru kullanıyorsa, orta oyuncun yavaş ve köşe bloğa gitmekte geç kalıyorsa, mutlaka başka kurgulara ihtiyaç duyarsın.
Takımının yapısını iyi bilen, rakibi iyi etüt eden, oyun kurgusunu buna göre kuran, işler iyi gitmediğinde, sistem dahil her türlü değişimi oyun içinde yapabilen, bunları antrenmanlarda deneyen, çalışmalarını yapan, teknik adamlar başarıya giden yolda ki dikenleri, taşları temizleyebilir. Yoksa, önceden hazırlanmış taktiği sorun çıksa da ısrarla uygulayanlar, yani oyunu akışına bırakanlar sadece birer antrenör olarak kalırlar, koçluğu da her zaman tartışmaya açılır.
GEÇ BLOK
Öte yandan bloğa ilave edilmesi gereken bir başka noktada; “geç blok” ve “ellerin konumu”.
Geç blok konusunda iyi değiliz. Rakibe göre blok yapmayı pek benimsemiyoruz. Bu yüzden fileye yakın toplara da, açık atılan paslara da genelde ayni zamanlama ile sıçrıyoruz. Halbuki, pas fileden açıldığında veya geriden yapılan ataklarda mutlaka geç blok yapılmalı. Yani smaçör ile ayni anda sıçranmamalı. Çünkü vurulan top bize gelene kadar çok kısada olsa bir zaman geçiyor. İşte bu yüzden de top bize ulaştığında, bloğumuzun düşüşü de başlamış oluyor. 6 numaradan yapılan ataklarda bunu çözebiliyoruz ama ayni beceriyi ve zamanlamayı, köşelere atılan açık paslarda yapamıyoruz. Biraz dikkat. Japonya'daki final maçlarında Barbolini'nin yardımcıların “geç blok” diye oyunculara yaptıkları uyarılar ekranlardan da duyuldu. Demek ki bu çalışılmış. Ancak yeterli olmamış. Biraz daha önemsenirse mutlaka çözülecektir.
BLOK SIÇRAMASI VE ELLER
Ayrıca rakibe göre bloğu da biraz daha geliştirmeliyiz. Her smaçöre ayni oranda sıçrayarak blok yaptığımız bölümlerde bize sorun yaratıyor. Çünkü filenin üstüne alçak atılmış pasa da, yüksek yönlendirilen topa da ayni sıçramayı yapıyoruz. Bu yüzden rakibin alçak atakları, hele smaçör kısaysa, kollarımıza çarpıp blok aut oluyor. Oysa paslara göre sıçrayıp, topun ellerimizin arasında kalması esastır.
Öte yandan bloklarda elleri içeri sokmakta da bazen sıkıntılar oluyor. Halbuki takım savunması ilk önce rakibin atağını file üstünde durdurmakla başlar. Eğer smaçör becerikliyse, o zaman yer savunması devreye girer (defans). İsim vermeyi hiç sevmediğimiz için es geçeceğim. Ancak bazı oyuncularımızın blokta ki ellerinin ve kollarının durumuna bundan sonra ki karşılaşmalarda biraz dikkat ederseniz, ne demek istediğimi daha iyi anlayacaksınız.
DEFANS
Alfabenin “D” si, Defans: İçimin en rahat olduğu konu bu. Bir Asya takımı gibi defans yapıyoruz. Geride kalan karşılaşmalarda bizi ayakta tutan, en önemli özelliğimiz olarak + hanemizin başına yazıldı. Ne var ki bu becerimize bazen de yakışmayan basit bir hata ekleyebiliyoruz.
Defanstan çıkan topun hücuma dönüştürülmesi: İşte burada da çeşitliliğe ihtiyacımız var. Japonya da, özellikle de ev sahibi takım karşısında bu konuda eksik kaldık. Zaten bunu iyi yapan takımlar, rakiplerine karşı sayı avantajlı elde ediyorlar. Hücumu ele alırken bu konuyu daha uzun değerlendireceğim.
ALFABENİN 2. BÖLÜMÜ
Şimdi alfabenin ikinci bölümüne bakalım.
A- Servise karşı manşet
B- pas
C- Hücum ve aksiyonları (çeşitliliği)
Grand Prix de, bu 3 konuda da sıkıntılar yaşadık. Özellikle uzun servisler, 1 numaraya atılanlar (Rusya- Çin- Belçika maçları örnek), Japonların ısrarla yaptıkları gibi yan çizgilere gelenler zorluklar yaşattı. Bu durumda oyunu genelde Gözde ile Neriman'ın üstüne yıktık. Ayrıca bu iki hücum silahlarımızdan Gözde, servise karşı topla buluştuğunda geriden de atak yapamadık. Orta oyuncularımıza kullanamadık. Yine de 4'den, fileden açık ve yüksek toplarla blokların üstüne vurarak, blok autlarla işi kurtarmaya çalıştık.
HÜCUMDA ÇEŞİTLİLİK
İyi manşet geldiğinde ise, özellikle 4'den yaptığımız hücumlarda çeşitlilik vardı. Bazen çabuk atak yaptık, bazen pasları yatırdık 3-4 arasından vurduk. Bazen uzatıp paraleli hedefledik.
Ancak, hücumlarda köşelerden ve 6 numaradan oynama tercihinin fazlalığı nedeniyle ortaları az kullanmak, geriden yapılacak ataklar düşünülerek Kübra'yı 2'ye tek ayağa fazlaca göndermek, bir çok karşılaşmada tıkanmalara neden oldu.
Aslında ortadan da değişik hücumlar yapabiliriz. Çünkü Naz gibi önemli bir pasöre sahibiz. Grand Prix maçlarında özellikle de grup karşılaşmalarında kurşun, uzun kurşun paslar atabildik. Bunu görünce ataklarımızı daha da çeşitleyeceğimizi düşünmüştüm ama yanıldım. Halbuki orta oyuncuları normal hücumlar dışında; erken kısa, pasörün arkasına erken kısa yada bombe toplarlar atarak, 2'ye fazla uzatmadan yanı 2 ile 3 arasından yatık (kurşuna benzer) vuruşlarla, bu güne kadar hiç yapmadığımız “step” ile de atağa sokabiliriz.
DÜZ VOLEYBOL
Son yıllarda takımların çoğu, ayni sistemi, aynı oyun tarzını, kısacası düz voleybolu tercih ediyor. Eskiden fizik gücü yüksek ekipler, özellikle de sosyalist blok ülkeleri, yüksek paslarla, genelde köşelerden sert hücumlarla sonuca giderdi. Fizik olarak belirli seviyedeki ülkelerde oyunu hızlandırıp, rakip blok yerleşmeden yapılacak ataklarla sayı bulmaya çalışırlardı. Rakibin yine bloğunu yanılmak için çeşitli hücum girişleri ve vuruşları vardı. Bunlara “kombinezon” denirdi. Bir gazeteci arkadaşımız bir gün televizyonda yorum yaparken bu kelimeyi kullandı diye yeni jenerasyon; “kombinezon değil, gecelik” diye alaylı göndermeler yapmışlardı.
Yine o dönemde çokça kullandığımız hücum şekillerine “ örme”, “yarma”, “asansör” gibi isimler verilmişti. Şimdi bunları dile getirdiğin de “O da ne ki” sorusuyla karşılaşıyorsun. Hatta bana “step” de nasıl bir şey? Diye soranlar bile var. Şimdi bende değişik hücum şekillerinden söz edeceğim. Sadece Asya takımlarında, çok az da olsa diğer ülkelerde izlediğiniz, belkide gözünüzden kaçtığı için unuttuğunuz bu tarz ataklar için, “bunları da nereden icat ettin” diye aklınızdan geçireceksiniz. Zaman böyle bir şey. Keşke elimde bu tarz voleybol oynayan takımların videoları olsaydı da sizlerle paylaşabilseydim. Sert hücuma endekslenen bugünkü voleybolun, o günlerdeki keyifli ve heyecan verici ataklarını daha iyi görebilseydiniz.
Birkaç örnek vereyim:
-Orta oyuncu hızla pasörün hemen arkasına dolaşır, 2'deki smaçör, pasörün önünden hücum yapar.
-Orta oyuncu ayni şekilde ama biraz daha yana giriş yapar, yani pasörün 1.5-2 metre arkasına koşar (2'ye tek ayağa gider gibi), bu kez 2'de smaçör, orta oyuncuyla pasörün arkasından araya girer.
-Orta oyuncu pasörün üstüne erken kısaya gider, 2'de ki smaçör onun hemen arkasından hücum yapar.
-Orta oyuncu kurşuna gider, 2'deki bu kez pasör ile bu oyuncunun arasından vurur.
-Ayni şeyi bu kez 4'deki smaçörde yapabilir. Yani orta oyuncuyla, pasörün arasına girer.
-Orta oyuncu pasörün üstüne kısaya koşar, 4 numaradaki smaçör onun hemen arkasından atak yapar.
İşte size ayni pozisyonda rahatlıkla yapılabilecek bir kaç hücum varyasyonu. Tabi ki başka atak şekilleri de var. Ve bunları eskiden ülkemizde de erkeklerde, bayanlarda yapardı. Çünkü denk güçlerin mücadelesinde sayı almak öyle kolay iş değildi. Antrenörler ve oyuncular sayıya ulaşmak için adeta sinekten yağ çıkarırlardı. Ayrıca rakibi aldatmak için yapılan pozisyon feykleri, pasör saklamak gibi aksiyonlara sık sık rastlanırdı. Bu çeşitliliklerde voleybolu renklendirir, seyredenlerin de hoşuna giderdi.
Çok eskiden Enver Göçener'in teknik direktörlüğünü yaptığı Galatasaray Erkek Takımında (o yıllarda bende kız takımı antrenörü, ayni zamanda erkeklerde Göçener'in yardımcısıydım. O dönemde, bugünkü gibi bir teknik direktörün 6-7 kişilik bir yardımcı grubu olmazdı).
Devam edelim. Payidar ile (uzun bir süre önce trafik kazasında kaybettik) eski TVF Başkanı Ahmet Gülüm'ün her sette 3-4 kez yaptığı bir hücumu da başka bir örnek olarak vereyim.
Payidar 4' e geldiğinde çok sıçradığı ve yüksekten vurduğu için, rakip blokta genelde onu kontrol ederdi. Bu sıkıntıyı aşmak içinde Ahmet, 2' deki oyuncuyu hemen arkasına kısaya veya önüne koşturur, topu da yüksek 2 numaraya atar, Payidar da 4'den koşup bu topa hücum yapardı (8 metreye yaklaşan uzun ve çabuk bir hareket ve sıçrama).
Kafanız karıştı değil mi? Bir kısmınız, “yok ya bu kadar da olmaz, abartı” diyeceksiniz. Eski oyunculara sormak bedava. Çoğu hala etrafınızda...
İtalyan antrenörlerin Dünya Voleybolu'na hükmettiği (özellikle de bizde) son yıllarda bu görselliği, güzel hareketleri de unuttuk. Ama eminim ki bir gün onların dönemleri de bitecek. Sonrada düşünen beyinler, branşımıza yenilikler katarak, voleybolu daha keyifle izlenir hale getireceklerdir.
ORTADAN 1'E HÜCUM
Bu arada ben, orta oyuncuların ataklarını ağırlıklı olarak (%60-70) 1'e yapmasından yanayım. Çünkü ortadan yapılan hücumlara top yükseltilmezse, önde yani 2'de pasör varsa blok için çok nadiren gelir. Pasör çaprazı ise genelde yetişemez. O nedenle rakip oyuncunun tekli bloğundan kaçıp 1'e yapılan sert vuruşlar orada defans yapan oyuncuyu iyice zora sokar. Hele pasör o bölgedeyse topun ölme oranı çok yükselir. Biliyorsunuz pasörler genelde file önüne çabuk koşup pas atmaya programlandıkları için, kafalarında defans ikinci plandadır. Bu yüzden yerlerini kaybetme olasılığı (3.5-4 metre de beklerler) çok yüksektir. Hele top gidip- geliyorsa sıkıntı daha da artar. Hadi bekleyip defans yaptıklarını yani topla buluştuklarını düşünelim. O zamanda çıkan topu, orta oyuncu, pasör çaprazı pas olarak veya libero manşetle atmak zorunda kalır. Doğal olarak bunlar, hem tek yönlü hücuma neden olur, hem de smaçörlere topu öldürme zorluğu getirir.
TAKIM DÜZENİ
Yukarıda da değindim, tekrar edeyim, Grand Prix'in tüm etaplarında ve finalinde sakatlıklar nedeniyle bazı oyuncular kadro da yer almasına karşın oynayamadılar, bazı sporcularımız ise hiç yoktular. Bu nedenle doğal olarak pasör çaprazı sorununun getirdiği sıkıntıların ikilemi içinde kaldık. Teknik kadro bu sorunu etkili hücumu olmayan ama servise karşı manşeti ve defansı iyi oyuncuları 6'ya monte edip, Neriman'ı ataklarda en önemli silah olarak kullanarak çözmeye çalıştı. Böyle olunca da genelde başarılı olduğumuzu düşündüren karşılaşmalar oynadık. Ancak setlerin bir çoğunda bu düzen bize zorluklar getirdi.
Hatırlarsanız önce Yeliz burada oynamıştı. Sonra Güldeniz denendi. Ardından arayış sürdü. Meliha yerleştirildi. Ve sonunda Güldeniz- Meliha ikilisinde karar kılıp, onları değiştirerek oynadık. Böylece Neriman'ı servisten kaçırıp sadece hücuma soktuk. Bir çok karşılaşmanında en skoreri olmasını, ayrıca finalin “En skorer oyuncu” unvanını almasını sağladık.
HANGİSİ DAHA İYİ?
Hatta bu konu için sizlere; daha önceki yazımda şöyle bir soru sormuştum: “Ulusalların başında teknik adam olduğunuzu varsayalım. Siz nasıl bir dizilişi uygun görürdünüz?
1- Tüm takımlarda olduğu gibi skorer bir pasör çaprazıyla oynarsınız. Ama o zaman Neriman servise karşı manşete girer, bu konuda eksik olduğu için hem oyun kurmada zorlanırsınız, hem de bu oyuncunun skorerliğinin düşmesine yol açarsınız.
2- Pasör çaprazının az sayı üretmesine göz yumarsınız, ama servise karşı manşette çok iyi bir yüzde tutturur, Neriman ve Gözde'nin yanı sıra orta oyuncuları daha çok devreye sokup sonuca gitmeyi planlarsınız.
Sizce hangisi uygun?”
YANITINI ARIYORUZ
İşte bu soruya teknik kadromuzun cevap vermesi günü geldi çattı. Şimdi İtalya da nasıl bir kadro ile sahada olacağız? Bunu netleştirmek gerekiyor. Pasör çaprazı Neslihan'ın durumu ne? Oynayacak mı? Neslihan oynamazsa, o zaman Seda- Polen den birimi görev yapacak? En önemli soru bu.
Eğer bu üçlüden biri ilk 6 başlayacaksa; Grand Prix' deki sistemimiz değişecek. Bu 3 oyuncunun varlığı, Neriman'a servise karşı manşet yükü getirecek. Manşetleri sıkıntılı olan Neriman'ın bu handikabını nasıl aşacağız? Eskiden yaptığımız gibi, onu çizgiye yaklaştırıp, Gözde ve libero Gizem'e geniş bir alan mı bırakacağız? Yoksa hücumda daha etkili olan pasör çaprazını her karşılaşmada kullanmayıp, Grand Prix sistemine ağırlık mı vereceğiz? Ya da Neriman'ı sık sık manşeti daha iyi olan, Güldeniz- Meliha ikilisiyle mi değiştireceğiz? Bunu ancak şampiyona öncesi katılacağımız iki turnuvada test edip maçlar başladığında da görebileceğiz.
Dünya Şampiyonası öncesi ne düşündüğümü sizlerle paylaştım. Tekrar edeyim, kimseye akıl vermek gibi bir düşüncem yok. Sadece olayları farklı açılardan ele alarak fikir jimnastiği yapmaya çalıştım.
NE YAPARIZ?
Son söyleyeceğim şey ise; Bu takım kafaca ve taktik olarak iyi hazırlanırsa kürsüye çıkar. “Alev Ağabey, çıtayı yüksek tutuyor ki bu sonuç çıkmazsa eleştirmesi kolay olsun” diye düşünmenizi istemem. Londra Olimpiyat Oyunları'nda da beklentim yüksekti. Olmadı. Avrupa Şampiyonası'nda da hedefi “kürsü” olarak gösterdim yine olmadı. Maçlar bittikten sonra, yapılan hataların getirdiği sonucu “kadere”, “şansızlığa” bağlayanlar kadar “yazık oldu” diyerek benimle ayni çizgiye gelenlerin sayısı da az değildi.
Özverimiz, becerikli oyuncularımızın varlığı, tüm sorunlarımızı aşıp bir çok müsabaka da bize iyi işler yaptırdı. İşte bu nedenle Dünya Şampiyonası'nda da beklentim kürsü.
Grupta Sırbistan dahil, Bulgaristan, Kanada, Kamerun'u yeneriz. Favori Brezilya maçı için iyimser değilim. Sonuçta grubu ikinci sırada bitiririz. İlk 4' lerin buluşacağı ikinci etapta, 6 ekipten Rusya, Amerika, Hollanda, Tayland, Kazakistan, Meksika dan 4'ü rakiplerimiz olacak.
Hızlı ve ortadan oynamayı seven Amerika, kadroya bu sezon Eczacıbaşı VitrA da forma giyecek Larson'u da ilave etti. Rusya'nın da Gamova- Sokolova ikilisini sahaya sürüleceği söyleniyor. Tüm bunlara karşın kürsüyü hedefleyen bir takımın yürümesi, yani bu grubu atlaması gerekiyor. Birini yenip, diğerine takılsak bile bu grupta ilk 3 içinde olmak bizi bir sonra ki tura götürür.
Diğer tarafta İtalyanlar, ev sahibi olarak grupları da, 3.Etaba giden yolu da önceden çizdikleri için rahatlar. Gruplarında Almanya, Arjantin, Hırvatistan, Tunus, Dominik Cumhuriyeti var. Bir sonraki turda eşleşecekleri rakipleri ise, Japonya, Çin, Belçika, Azerbaycan, Küba, Puerto Riko'dan 4'ü.
Burada ilk 3'e girmeleri zor değil.
Bundan sonrası için şanslar eşit. 6 takımın 3'erli 2 grupta (G ve H) kozlarını paylaşacağı bu etapta, ilk iki sırayı alanlar yarı finale yükselip kürsü için mücadele edecekler.
Yarı finale çıkacakları belirleyecek bu etap da kimlerle oynarız? Şimdiden bilmek olası değil. Kürsüyü hedeflediğimize göre, yarı finale çıkacak takımlardan biri olacağımıza ben yürekten inanıyor ve bekliyorum.
U20 TAKIMI
Biliyorsunuz U20 erkek takımımız Çek Cumhuriyeti ve Slovakya'nın ortaklaşa düzenledikleri Avrupa Şampiyonasında mücadele ettiler. Umutlu gittiğimiz ancak beklentilerin uzağında kaldığımız organizasyonda grupta 4. olduk. Böylece 5-8 için mücadele etme hakkı elde edebildik. İtalya'ya 0-3 yenilip, Sırbistan'ı 3-2 ile geçtik. Bu sonuçlarla da şampiyonayı 7. sırada tamamladık.
Maçlarla ilgili izleyemediğim için bir şeyler söyleyemeyeceğim. Ama grupta 2-3 yenildiğimiz Polonya'nın ikinciliği, yine ayni sonuçla kaybettiğimiz Slovenya'nın dördüncülüğü ve buna bağlı olarak ucu ucuna kaçan yarı final iyi irdelenmeli.
Bu arada yeri gelmişken bir başka konuya da değinmek gerekiyor. Önemli şampiyonalar sonrası takımın teknik kadrosu, ulusal ekibin dışında kalan tüm antrenörlerimize mutlaka müsabakalarla, rakiplerle ilgili bilgileri içeren seminerler vermeliler. Soruları yanıtlamalılar. Böylece hem neleri yaptığımızı, nerelerde eksik kaldığımızı daha iyi anlayabiliriz. Hemde kulüplerde bu oyuncularla birlikte olan, onları çalıştıran antrenörler sporcularının performanslarını öğrenirler.
ERKEKLER DÜNYA ŞAMPİYONASI
Erkeklerde Dünya Şampiyonası Polonya da oynanıyor. Olimpiyat Oyunları'ndan sonra ki voleybolun bu en büyük organizasyonunu, Orta Asya'dan 24, Afrika'dan da 47 olmak üzere toplam 98 ülkenin yayınlayacağı belirtildi. Ama voleybolun tavan yaptığı bu şampiyonada, takımımız yok diye TV den yayında yok. Çaba da yok. Bize de üzülmekten öteye bir şey kalmıyor. Sonra da “erkek voleybolu neden ilerlemiyor? Neden tüm ülkeye yayamıyoruz? Boyu uzun olanları basketbola neden kaptırıyoruz?” sorularına yanıt arayıp, sadece konuşuyoruz. Aslında bu bakış açısı, bazı şeyleri bize açık açık anlatmıyor mu?
Hadi özel televizyonları anlıyorum. Yayın hakkına ödenecek ücret fazla geliyor olabilir. Peki ya bu kadar kanalı olan, para derdi olmayan TRT'ye ne demeli? Umarım sonunda onlarda hatadan dönüp en azından yarı finali ve finali verirler.
BAŞSAĞLIĞI
Türkiye Voleybol Federasyonu eski Başkanı Erol Ünal Karabıyık, kayınpederi, değerli öğretmen, yazar Hüseyin Hüsnü Tekışık'ı kaybetti. Karabıyık, ailesi ve Milli Eğitim camiası olmak üzere tüm sevenlerine baş sağlığı diliyorum.