Voleybolun gündemi hiç şüphesiz ki Ulusal Bayan Voleybol Takımımızın Grand Prix maçlarında ki performansı. Bu nedenle 15 gün önceki yazımda onlarla ilgiliydi. Ancak geçen sefer karşılaşmaları Ankara da seyretme şansını yakaladığım için düşüncelerim daha netti. Şimdi ise televizyondan izleyerek bir şeyler karalamak zorundayım. Aslında beni tanıyanlar, okuyanlar bilirler ki TV den seyrettiğim maçlara bırakın yorum yapmayı, yuvarlak cümlelerle değinmeyi bile sevmem. Çünkü televizyonlar genelde topun olduğu bölgeyi yansıtırlar. Sahanın diğer alanlarında neler olduğunu, defansa nasıl girildiğini, oyuncularımız topa vururken takımın yaptığı dublajı, rakibin nasıl beklediğini pek göremezsin. Geniş aldıklarında da uzak olduğu için file üstündeki aksiyonları (pasların fileye uzaklığını- yakınlığını, özellikle de bloklarda ellerin içeri uzanıp uzanmadığını, smaçörün topa vururken rakip bloğu geçmek için yaptığı vuruşu, bilek hareketini vs…) tam anlayamazsının. Bu yüzden yorumlarda (Ne yazık ki eleştirilerin çoğu böyle yapılıyor) hata yapabilirsin. Onun için sahanın kenarında veya tribünde olmak bir maçı okuyabilmenin, anlayabilmenin olmazsa olmazıdır. İşte bu nedenle Filenin Sultanlarıyla ilgili yazacaklarımda TV den görebildiğim ölçüde olacak.
3 etaba bakıldığında kazanmamız gereken karşılaşmaları aldık. Ancak beklenen tempomuzu yakaladığımızda yenme şansımızın daha yüksek olduğu Japonya, Çin ve genç İtalya’ya kaybettik, Dominik’in elinden ise zor kurtulduk (Aşağıdaki satırlarda bu maçla ilgili söyleyeceklerim var). Halbuki ben, ulusal ekibimizin bırakın Avrupa’yı, Dünyanın en iyi 5-6 takımının içinde yer aldığını söyler dururum. Bunun nedeni; tecrübeli bir oyuncu grubuna sahip olmamızın getirdiği güvenin yanı sıra, son yıllarda Dünya da bayan voleybolunun düşüş içinde olması, bir çok ülkenin kadrolarını yenilemek için arayışlar içine girmelerinin payı da var. Nitekim diğer takımların kadrolarına baktığınızda Biz, Sırbistan, Almanya, Hollanda dışında bir çok oyuncunun değiştiğini görürsünüz. Böyle bir ortamda doğal olarak çıtam da otomatikman yükseliyor. Bu yüzden Polonya’da ki Avrupa şampiyonasında ki beşinciliği, Sırbistan’daki üçüncülüğü büyük başarılar olarak sayamadım. Bu düşünceler ışığında Londra Olimpiyat Oyunlarındaki kayboluşumuzu, Avrupa Liginde bir türlü yakalayamadığımız birinciliği, Ak Deniz Oyunları’nda İtalya’ya geçilmemizi, son olarak Grand Prix’de finale çıkamamamızı pek kabullenemiyorum.
Açıkçası Eylül ayının başında Almanya da yapılacak Avrupa Şampiyonası’ndan da korkmaya başladım. 2 senedir “bu takım şampiyon olacak” diye iddialı yorumlar yaptım durdum. Ama İtalyan Antrenörümüz Barbolini’nin takımın oyununda her hangi bir değişiklik yapamaması, zor maçlarda oyuncu değişimi, servislerin nerelere atılacağını göstermesi dışında taktiksel bir atağını, işler iyi gitmediğinde “B”, “C”, “D” planlarını göremeyince, kafamda “acaba” sorusunun yeri fazlalaşmaya başladı.
Bu arada Avrupa Şampiyonası öncesi morallerini bozmak istemiyorum ama eski alışkanlıkların ve sıkıntıların 3 etap dada devam ettiğini gördük. Neydi bunlar: defansta yerini kaybetme, çapraz ataklarda arkadaki oyuncunun içeri fazla girmesi, ön oyuncunun fileden çabuk açılamaması, blok tayminginin oturmaması, özellikle hiç geç blok yapamamak, biraz çabuk atak yapan rakipler karşısında orta oyuncuların köşe bloklara gidişinde ağır kalmaları, bloğa gittiklerinde ise dağılıp yerlerini kaybetmeleri (Çoğunlukla sıçradıktan sonra yanındaki oyuncunun arkasına düşmesi), smaçörlerin açık toplarla, blok üstünden 8-9 metrelere sert ataklar yapmamaları (zaman zaman Seda yapıyor), orta oyuncuları uzun olan Dominik karşısında paralel atakların az olması gibi…
Bakıyorum Motta gitti, yerine dünyanın sayılı teknik adamları arasında gösterilen Barbolini geldi ama düz voleybol aynen devam ediyor (2. Etapta şimdi tam hatırlayamıyorum, galiba Çin maçıydı. 1 kez 2’deki Neslihan’ı ortaya dolaştırıp atak yaptık. Gözde’yi 3 ile 4 arasından hücuma soktuk. Bahar’a kurşun top vurdurduk. Az sayıda da olsa orta oyuncularımızı hemen pasörün arkasından hücuma soktuk (İtalya maçında daha fazla yaptık). Bunları Naz mı düşündü yaptı, İtalyan çalıştırıcı mı istedi ? Bilemiyorum).
Dominik maçına gelince; Karşılaşmayı Barbolini’nin macera araması yüzünden az daha kaybediyorduk. Hadi bazı adale sorunları yüzünden Neslihan’ı oynatmadın diyelim. Onun yerine 4 numaraya adapte etmek için yoğun çaba harcadığımız Seda’yı neden koyduk. Bir çok karşılaşmada sahaya sürülen Polen’e görev verilmesi daha doğru olmaz mıydı? Hadi ona güvenemedin o zaman en azından Neriman’ı dene. Bu bize pahalıya patladı ve 0-2 geriye düştük. Sonra Neslihan girdi, Seda 4’e geçip normal altıya döndük, maçı çevirdik. Dominik mücadelesine devam edelim. İlk set 24-19 öndeyiz, De La Cruz’un servislerinin getirdiği hatalarla (Naz önde ikili hücum turunda yakalandık) bir anda 24-24 oldu (Düz voleybol oynadığımız için işte böyle anlarda rakibin bloğunu, defansını aldatacak bir hücum yapamadık. Ne yaptık? 25-26 da Neslihan- Asuman ikili değişikliğine gidiverdik (sayılar eşitlenene kadar uyuduk). Doğal olarak çıkan topu risk almak istemeyen pasörümüz Asuman (Belki de girmeden öyle talimat almıştı), Neslihan’a attı. Rakip de bunu öngördüğü için bloğu ve defansı ona göre yerleştirdi. Top ölmeyince de set bitti.
İtalya karşısında ise, iki değişik görüntü vardı. İlk iki sette ortalarda görünmeyen, üst üste hatalar yapan, rakibin etkili ve uzun servisleri karşısında pasöre top getirmekte zorlanan (sık sık, “oyuncunun üstüne gitmeyen, yani manşet almasını zorlaştıran sert ve uzun servis atmamız gerekiyor” diye yazmamın ne olduğunu genç İtalyanlar bize net olarak gösterdiler), bu yüzden hücumlardan sayı çıkaramayan, blok düzenini kuramaya Sultanlar 0-2 geriye düştüler. Sonra toparlandılar ve gerçek oyunlarını sahaya yansıtarak dengeyi kurdular. Taktik servisler, blok ve defansın çalışmasını sağladı (Buraya bir küçük not düşmem gerekiyor; Rakip takımın antrenörünün Camera’yı çıkarıp, zor topları değişik yerlere yönlendirmeyi henüz yapamayan, yani kolayı tercih edip köşelere yüksek paslar atarak
oyunun hızını kesen, yedek pasör Caracuta’yı alması da işimizi kolaylaştırdı), ortadan yapılan çabuk atakların getirdiği sayılarla da 2-2’yi yakaladık. Ama 5. sete tekrar Camera ile başlayan İtalyanlar maçı alıp gittiler. Tabi ki karşılaşmanın yitirilmesini 1.75 boyunda ki pasöre (iyi olmak için daha çok zamana ihtiyacı var) bağlamıyorum. Ancak yine de bu maçta (biraz da bizim hatalarımız yüzünden) arkadaşlarını yerinde kullandığını vurgulamaya çalışıyorum.
Sonuçta takımımız Grand Prix Finaline kalamadı. Bu Avrupa Şampiyonası için iyi mi oldu, kötü mü?
Biz antrenörler bu konuda ikiye ayrılıyoruz. Bir grup, “En iyi antrenman maçtır. Finale kalarak 5 iyi takımla zor maçlar oynayarak hazırlanacağız, bunun getirisi bize çok olacaktı” diyor. Bu düşüncenin karşısında olanlar; “3 Etap karşılaşmalarında eksikliklerimizin neler olduğu net olarak ortaya çıktı. Bunları Avrupa Şampiyonasına kadar iyi çalışarak giderebiliriz. Üstelik de Almanya da; ABD, Brezilya, Çin, Japonya gibi farklı voleybol oynayan ülke olmadığı için finalin bize fazla bir katkısı da olmayacaktı. Ayrıca oyuncular çok yıprandılar ve bunun getirdiği bir takım ağrılar başladı. En azından bunları da aşmış olacağız.” görüşündeler.
Bana gelince; “En iyi antrenman maçtır” ı benimsiyorum. Ya siz?
Geçtiğimiz günlerde A Erkek Takımımızın Teknik Direktörü Veljko Basic ile yolumuz ayrıldı ve yerine Slovakya’yı çalıştıran Emanuele Zanini geldi. 3 yıllık sözleşme yapılan İtalyan antrenör ayni zamanda Fransa da Beauvais takımının da görev yapacak.
Ben, ulusalların patronunun sezon içinde bir ekibi çalıştırmasından yanayım. Çünkü nasıl bir oyuncu antrenman yaparak, maç oynayarak kendini hazır tutuyorsa, aylarca sahaya çıkmayan, bir teknik adamında pratiğini kaybettiği için, bazı müsabakalarda tutulduğuna inanıyorum. Ne var ki, keşke Fransa da bir takımın başında olmak yerine, Türkiye de görev yapsaydı. O zaman sporcularımızı daha iyi izleme ve tanıma şansı olurdu. Şimdi belirli zamanlarda ülkemize gelerek sporcuları değerlendirmeye çalışacak, haklarında edindiği bilgilerle antrenmanları yapacak, taktik hazırlayacak. Bu yönden baktığımda aklıma pek yatmadı. Avrupa Şampiyonası’na bir aydan daha az zaman kalması nedeniyle keşke (iyi bir teknik adam olmadığını düşünmeme karşın), bu büyük organizasyon bitene kadar, yardımcılarına biraz daha fazla yetki verilerek, oyuncularımızı tanıyan Basic kalsaydı diyorum.
Neyse, Ulusallar yeni antrenörleriyle çalışmalara başladılar. Bir ayda Zanini neleri değiştirecek? Ya da eski sistemi devam ettirerek daha çok sahada “koçluğunu” mu konuşturmaya çalışacak? Bekleyip hep birlikte göreceğiz.