Yaklaşık 2 aydır tedavisinde sorunlar yaşanan ve Bursa'da özel bir hastanede yaşam mücadelesi veren Cengiz Göllü ustamızın durumundaki stabl durum devam ediyor...
Başından bir an bile olsun ayrılmayan vefakar eşi Hümeyra ablamızla yazımın yayına girmesine saatler kala yaptığım son görüşmedeki durum bu...
Büyük ustamıza acil şifa dileklerimizi tekrarlıyoruz...
Tüm elektriğimiz ve dualarımız ona...
4 gündür yatak döşek ateşler içinde yatıyorum... Bu yüzden köşe yazımı ancak şimdi yayına verebildim... Beni arayan, mesajlarıyla ilaç olan sevgili okurlarıma teşekkür ediyorum...
YAŞAMIN FISILTISI...
(MUTLU BAŞKANA İTHAFIMDIR...)
Zengin bir adam son model arabası ile şehirdeki dar bir yoldan geçerken elindeki taşı arabasına atan bir çocuk görür...
Kapısına çarpan taşın sesi ile acı fren sesi birbirine karışır. Arabası ancak kaldırım taşına çarparak durabilen adam öfke ile arabadan fırlar, taş atan çocuğu kolundan tutarak sarsmaya ve “Sen ne yapıyorsun serseri, bak arabamı ne hale getirdin ?...” diye bağırmaya başlar...
Çocuk der...“Amca lütfen kızma, sizden önce geçen arabalara durmaları için işaret ettim, hiç biri durmadı. Çareyi arabanıza taş atmakta buldum...”
Ve, gözyaşları içinde, kenarda devrilmiş bir tekerlekli sandalye ile ondan düşüp yerde yatan engelli genci gösterir; “Ağabeyim yürüyemiyor, onu gezdirirken tekerlekli sandalye devrildi. Ağabeyim yere düştü, kaldırmaya gücüm yetmedi. Gelip geçen kimse de yok, onu yerden kaldırıp tekerlekli arabasına tekrar oturtmama siz yardım eder misiniz ?” der...
Adam ne diyeceğini şaşırır, yerde yatan gencin yanına gider. Onu kaldırıp tekerlekli arabasına oturtur, cebinden temiz bir mendil çıkararak gencin bacağındaki kanları siler... Küçük çocuk tekerlekli sandalyeyi itmeye başladığında, adam hiçbir şey söyleyemeden arkalarından baka kalır...
Arabasına döndüğünde, çocuğun attığı taşın arabasının kapısında bıraktığı derin izi görür... Bu taş izini hiçbir zaman tamir ettirmez, öylece bırakır...
Bazen etrafımızdakiler ruhumuza fısıldar, kalbimize konuşur... İşimize gelmeyecek, hoşumuza gitmeyecek sorular sorarlar... O sesi dinlemediğimizi fark ettiklerinde ise, bize taş fırlatmak zorunda kalırlar...
Siz siz olun, yaşamın içinden sorumluluklarınızı unutacak ve birilerinin sizi durdurmak, dikkatinizi çekmek için taş atmaya mecbur kalacağı kadar hızlı geçmeyin ?...
Bir an durup size bazı şeyleri hatırlatmak için atılan taşlar olup olmadığını, varsa, niçin atıldığını düşünün, sorgulayın; zarar değil yarar, tepki değil saygı görürsünüz ?...
Mutlu Başkanım, ders niteliğindeki bu öyküyü size ve sizin çizginizde yürüyen, sizin gibi üç maymunu oynayan yol arkadaşlarınıza ithaf ediyorum... Çünkü üzülerek görüyorum ki, arabanıza atılan onca taşı umursamadan yolunuza devam ediyorsunuz?...
Yaşamın içinden geçerken ister fısıltıyı dinleyin, ister taşı bekleyin... Seçim sizin...
MUTLUGİL’İN BİZLERİ KANDIRAN SÖZLERİ…
Balık hafızaları olanlar için bir hatırlatma daha yapayım, Mutlu Başkan Genel Kurul’da Başkanlığa adaylığını açıklarken zayıf üslubuna rağmen elindeki kağıttan hazırladığı, umutlarımızı yeşerten okumasını (!) yapmış, bizleri resmen tavlamıştı…
Yılların voleybol adamları olarak bizler, sonrasında keklik gibi avlanmış olduğumuzun geç de olsa farkına vardık… “Geç” diyorum çünkü Genel Kuruldaki hedefsiz, plansız, programsız cılız konuşmasını kibarlığına ve beyefendiliğine yormuş, nazara pek almamıştık… Ne de olsa toparlanacak, önceden de kader birliği (!) yaptığı yol arkadaşlarıyla arzuladığımız ve de kendisinden beklediğimiz reformist çalışmaları, önceki Başkan Erol Ünal Karabıyık’ın voleybolumuza kattığı inkar edilemez değerlerin üstüne yenilerini koyarak, eksiklerini de tamamlayarak, devraldığı mirası ve seviyeyi daha yukarılara taşıyacağını düşünmüştük ?…
Ancak aradan geçen 26 ayda tam bir hayal kırıklığı yaşadık, üzüldük, dahası da kızmaya başladık !…
Özkan Mutlugil’in, Genel Kurul’da Federasyonun değişime ihtiyacı olduğunu ifade ederek (!) ve de Federasyonun kulüplerin değil, kulüplerin federasyonun varlık nedeni olduğuna dikkat çekerek (!) Başkanlığa adaylığını açıklarken verdiği sözleri gelin bir hatırlamaya çalışalım ?…
“Federasyonda kulüplere, sporculara ve tüm paydaşlara hizmet için var olma; temel görevin sporun, kulüplerin ve sporcuların güçlenmesini, gelişmesini ve başarılarının artmasını destekleme bilincinin hâkim kılınmasına ihtiyaç vardır… Demokratik tutumun, yaşamın her alanında tesis edilmesi, toplumların olduğu kadar camiaların gelişmesi için de çok önemli bir unsur olduğuna dikkat çekerek bunun Kişisel vizyonum arasında da yer alan Demokratik tutumun temel taşları ise organizasyona en alttan, en üste kadar bağlı bireylerin katılımı ve organizasyonun her parçasının birbirleri ile olan paylaşımcılığıdır. Bu tutum şeffaf ve adil bir yönetimi ortaya çıkarır… Voleybol camiası özelinde de söz konusu demokratik tutumun sergilenmesi, Türk Voleybolunun gelişimi ve her parçasıyla geleceğe taşınması açısından çok önemlidir. Özellikle erki elinde tutan yönetimin, kendisine bağlı olan ve voleybolun bütününü oluşturan parçaların her birine eşit mesafede olması, empati kurması ve organizasyona sağduyulu bir yaklaşım sergilemesi elzemdir… Bu vizyondan hareketle, Federasyonda yönetim anlayışının değişim ihtiyacını karşılamak, öncelikle voleybolu ön planda tutan, dayanışma, sevgi ve saygı temeli üzerine oturmuş demokratik bir yönetim anlayışının tesis edilmesine vesile olmak adına, 2012-2016 dönemi için Türkiye Voleybol Federasyonu Başkanlığı’na bu anlayışımı benimseyen kulüplerimizin, delegelerimizin, spor elemanlarımızın talebi ile aday olduğumu bilgilerinize sunarım…”
Mutlu Başkan hayatımda beni yanıltmayı başaran kişiler arasında yerini çoktan almış durumda...
Genel Kurul öncesi Başkan adayıyken, faydalı olacağına inanmış, ona büyük destek vermiştim...
Genel Kuruldaki, plansız, programsız, hedefsiz o cılız konuşmasına rağmen kendini toparlar doğru işler yapar, devraldığı o bayrağı daha ilerilere taşır diye düşünmüştüm...
Bir çok konuda tam bir hayal kırıklığı yaşadım...
Devraldığı miras bir servetti, hazıra kondu, şeffaflıktan bahsetti, bizlerle arasına kalın duvarlar çekti... Paylaşımcılıktan söz etti, sorularımıza cevap verme nezaketinden uzakta kaldı... Herkesi kucaklamayı vaad etti, aile fertlerinden bile kaçtı... O koltuğa oturur oturmaz yürüyüşü değişti, tavırları garipleşti, Padişah moduna girdi... Kısacası o koltuk ona çok bol geldi, yakışmadı... Velhasıl güvenimi, sonrasında da herkesin malumu desteğimi kaybetti... tam bir mirasyedilik içinde Dünya devi Türkiye Voleybol Federasyonuna irtifa kaybettirerek, prestijini sarstı...
Kendisine sorduğum onlarca önemli soruyu cevapsız bıraktı... Verecek cevabı bulamadı... Ezildi, büzüldü... Zan altında, merak edilen bir çok konu askıda kalırken muhtelif senaryolar üretildi...
22 ay sonra ekibiyle beraber, geldiği gibi gidecek eminim... Onu Hükümetin delegeleri, çakma delegasyon aritmetiği de kurtaramayacak...
Elini vicdanına koyan, voleyboldan ve sorunlarından anlayan, geldiği seviyeyi özümseyebilen her voleybolsevere tek tek soruyorum; Mutlu Başkan bu sözlerinin bugün neresinde ?...
EKŞİ'MTRAK BİR DAVRANIŞ...
Bazen düşünmüyor değilim, bunca yazımla okuyucularımı çok mu yoruyorum, bunaltıyorum diye ?... Öyle ya sadece 2014 yılında bu sizlerle köşe yazısı / haber / maç yazısı olarak paylaştığım 107.si... Yani neredeyse 3 günde bir yazı yazmış, paylaşmışım ?... Özellikle köşe yazılarımın içindeki her biri birer makale niteliğindeki 8-12 ayrı paragrafı dikkate alırsanız, 1000 civarında bir yazıya ulaşırız ki bu da her gün ortalama 3 ayı yazı yazmama delalet eder ?...
Tabii sadece VOLEYBOLX'deki yazılarımdan söz ediyorum...
Bakıyorum da yılda hatta senede bir yazarak, köşe yazarlığı apoletini omuzlarında taşıyanlar var ?... Utanıyor, sıkılıyorum... Abartıyor muyum acaba ?...
Aslında bu yoğun trafiğe rağmen, inanın yazmadıklarım, yazmaya fırsat bulamadıklarım, ertelediklerim okuduklarınızdan çok daha fazla...
Zatı muhterem, işini gücünü bırakmış, kıymetli zamanını (!) aklınca bizleri birbirimize düşürmek için ayırmış, Sümen'in yazılarıma destek veren bir makalesine fena takıntı yapmış, hatta bozulmuş (!), benim 2 yıl önce Sümen'e yazdığım eleştirileri mesai yaparak üşenmeden toplamış, ifadelerimin üzerlerini sarı fosforlu kalemle bir güzel boyamış, boyamakla da kalmamış, bazı hoşuna gidenlerin de altını tükemmezle karalamış ?...
Yani “Bak senin destek verdiğin Epirden, zamanında senin için neler yazmıştı neler, hatırla ?...” demeğe getirmiş ?...
Ona cevabım; madem ki arşivcilik yeteneğin var, kafanı zaman bulup böyle şeylere yoracağına, otur Mutlu Başkanınla, hele şu benim sorulara kendi TVF arşivinizden cevaplar veriverin, çok daha hayırlı bir iş yapmış olursunuz, çok da makbule geçer ?... Üstelik sana bir de kuru boya takımı alır, önünü daha da açarım... Bundan sonra yazı çıktılarımı rengarenk boyar, dağıtırsın ?...
GENE BAYRAK REZALETİ...
Dün gece Fransa'da oynanan Nantes VB – Fenerbahçe Grundig Şampiyonlar Ligi maçında gene bayrak rezaleti yaşandı... Fenerbahçe kafile başkanı belli oraya turistik seyahat yapmaya gitmiş ?... Yukarıda Türk Bayrağı diye asılan bayrağı göremeyen, görmezden gelen, bir şey yapmaya gücü yetmeyen zattan bizzat açıklama bekliyorum... Sonraki yazımda konuya geniş yer vereceğim...
Ülkemiz sporunda, bildim bileli, bir yönetici zafiyeti ve kirliliği var… Çıtalar yükselip pastalar büyüyünce, bu zafiyet ve kirlilik daha da artıyor ve sporumuzu tehdit ediyor; kalkınma ve başarı hızını kesiyor…
Aralarında çok değerli olanları tenzih ediyorum, Başkanlık, yöneticilik kisvesi altında tanınıp rant peşinde koşan, semizlenen, şov yapan; başarı sonrası ön plana çıkıp hava atan, başarısızlık anında ise ortalıklarda gözükmeyen niceleri etrafımızda dolaşmakta…
Dünyada her mesleğin ve branşın eğitimi, ihtisası, deneyim süreci vardır…
Antrenör, hakem, sporcu için olmazsa olmaz olan bu kural, ne yazık ve acıdır ki spor idareciliğinde hiç önemsenmez...
Sporumuzda ensesi kalın, cüzdanı şişkin olan Başkan, arkası sağlam olan idareci olur ?... Aralarında sporu ve branşlarını şıp diye öğrenen (!) hatta ders vermeye kalkanları bile sık sık görürüz...
Bu traji komik olguya “Dur” demek, önüne geçmek için sporumuzda bir reform gerekmektedir… Bu konuda Türk sporuna yön verenler, Türkiye Milli Olimpiyat Komitesi çatısı altında bir araya gelmeli ve ülkemizi şaha kaldıracak kararlar almalıdırlar… Devlet elini ve burnunu bu aşamada sokmamalı, ancak bu kararları, gerekirse kanunlaştırarak yürürlüğe geçirmelidir !...
Üniversitelerimizde “SPOR YÖNETİCİLİĞİ BÖLÜMÜ” vardır... Bu bölüm, sporumuzu yönlendirmek ve çağdaş platformlarda başarılara taşımak için kurulmuştur...
Amaç; sporumuza üst düzey yönetim ve yönlendirme yeteneğine sahip insanlarla iyi iletişim kurabilen, ekip halinde çalışmaktan hoşlanan, sorumluluk sahibi ve doğru dürüst kişiler yetiştirmektir...
Sonuç olarak sporda yöneticilik; cehaletten, menfaat ve beklentilerden arındırılmalı; kişisel şov aracı olmaktan çıkarılmalı, sporumuzun her branşını bilgi, beceri ve donanımıyla sarıp sarmalayacak, yukarılara taşıyacak profesyonel ve çağdaş bir seviyeye taşınmalıdır...
OKUYUCU DÜŞÜNCELERİ (1)...
SAAT KAÇTA ANTRENMAN YAPMAM GEREK ?...
Her zaman uzman soruları ben soracağım diye bir kural yok...
İşte bu kez bana yöneltilen güçlük derecesi hayli yüksek olan 2 soru...
Biri diğerinin mütemmim cüzü olan Spor ile Eğitimi birbiriyle çarpıştırıp bir kaosa sürükleyecek kadar da ciddi...
"Mesleğim antrenörlük........... Sabah 7'de kalkan öğrencilerim kahvaltılarını yaptıktan sonra okula gidiyorlar, saat 12'ye kadar okulda derse giren öğrencilerim 12.00 ile 13.00 arasında evde öğle yemeklerini yedikten sonra tekrar okula gidiyorlar. 13.00'de başlayan dersleri 15.00'e kadar devam ediyor. 15.00'de okuldan çıkan öğrencilerim tekrar okulun açtığı kursta ders görmek üzere saat 15.10'da sınıfa geri dönüyorlar, saat 17.00'ye kadar okulda ek dersleri alan öğrencilerim saat 17.10'da dershaneye geçiyorlar ve akşam 20.00'ye kadar dershanede eğitim alıyorlar. 20.30'da eve giden öğrencilerim yemeklerini yeyip duşa giriyorlar. 21.30'da okuldaki ve dershanedeki öğrendiklerini tekrar için ders çalışmaya başlayan öğrencilerimin 23.30'da uykusu geliyor ve yataklarına uzanıyorlar ama tam uyuyacaklarında akıllarına dershanelerinin vermiş olduğu yaprak testler takılıyor, onları çözme gereksimi duyarak tekrar yataklarından kalkıyorlar, 01.00'de göz kapakları ağırlaşıyor ve yatağa seriliyorlar. Şimdi sizlere soruyor, yardımcı olmanızı bekliyorum? Ben saat kaçta antrenman yapayım, gece 1-3 mü, 3-5 mi, yoksa ezan vakti 5-7 saatleri arasında mı?”
AMİRAL GEMİSİ SU ALIYOR ?...
Antalya için “Türk turizminin Amiral Gemisi...” derler, dururlar... Aslında bir bakıma öyle olması gerekir ?...
Ancak devamlı sular, elektrikler, telefon ve internet hatları kesilir, resmen sinir harbi yaşarsınız... Çağdaşlaştırılan (!) Türkiye'nin Amiral gemisi devamlı su almakta... Popomuzdaki (Af edersiniz “Kıç” tanımlamasından daha kibar da...) ekonomik deliği yamamak için satılmadık özel sektör kurumu bırakmayan Hükümet bu tür hizmetleri “yaz/boz” tahtasına çevirmiş durum..............a...
İşte bu paragrafı yazmaya başladığım 04 aralık cuma, sabahın köründen beri telefonda ses yok, dolayısıyla da internet erişimini arayın ki bulasınız ?... Arızayı arıyorum, müşteri hatlarını tek tek tarıyorum, cevap veren yok !... En sonunda Antalya Türk Telekom'dan yüksek rütbeli (?) bir subayın bana verdiği fırça karışımlı (!) cevabı sizlerle paylaşayım dedim ?...
“Beyefendi şu an herkes cumada (cuma namazını kastediyor...) daha sonra arayın !...”
Tabii, zat-ı alilerine kibarlığımı bozarak, verilebilecek en nezih cevaplardan birini verdim, biraz rahatlar gibi oldum, ama kesmedi, bana birkaç görevli daha gerek ?...
Not : Nihayet telefon hattı açıldı, yaşasın internet erişimim var !...
Saatler : 15.41...
SEMBOLLERİMİZE BİRAZ SAYGI, VEFA...
Türk voleyboluna emek vererek ivme kazandırmış, ancak şu anda ne yazık ki ebediyete intikal etmiş bulunan sembollerimiz ve değerlerimize hala gereken saygıyı, vefayı gösterememekteyiz ?...
Federasyonumuza defalarca önerdim, voleybol salonlarımıza “Arena” adını vererek çok bilmişlik taslayacaklarına, bari her salonumuzun girişine bir ağaç kütüğü koysınlar, aşağıdaki sembollerimizin isim plakalarını çaksınlar, şeref tribününden başlamak üzere koltuklara isimlerini yazsınlar... Çok şeyler mi istiyorum ?... Ben mi anlatamıyorum yoksa onlar mı anlamak istemiyorlar ?...
Yazıklar olsun !...
(Alfabetik sırayla son liste…)
Adem Dokur, Ahmet Aktaş, Ahmet Dikeç, Alaettin Güneş, Aleksandr Holyavkin, Alev Ercins, Ali Topçuoğlu, Alper Başaran, Anuş Bakış, Aral Sürek, Aras Güvercin, Aslan Üst, Aşkın Tuna, Atilla Bostancıoğlu, Atilla Boronkay, Avram Barokas, Ayhan Demir, Ayşe Himmetoğlu, Aziz Yücegüney, Bahattin Karacaaba, Basri Baba, Benjamin Novaro, Bilgin Peremeci, Bumin Bayer, Celal Çavdaroğlu, Cemil Karahan, Cumhur Atılgan, Değer Eraybar, Deniz Esinduy, Ecmel Tercan, Edip Kürklü, Edip Özkılıç, Ekmel Özver, Ercüment Uçarı, Erdoğan Kutkan, Erdoğan Partener, Erdoğan Sezgin, Ergin Akıncı, Ergün Erdiner, Erol Özen, Faik Edgü, Faruk Aşkan, Fazıl Kafadar, Ferruh Erez, Fikret Saygınsoy, Fevzi Akkan, Fulay Cankat, Gökalp Topçam, Gültekin Gürel, Haktan Kaymaz, Haldun Bazlar, Hasan Salgır, Hasan Sözen, Hatica Coşkunkaya, Hayrettin Nilsu, Hayri Karabilgin, Hilmi Tükel, Hüseyin Altuncu, Hüseyin Arıboğan, Hüseyin Aynuksa, İbrahim Sarıtürk, İbrahim Selet, İbrahim Vuran, İhsan Uras, İlhan Akar, İlhan Önder, İrfan Özkonuk, İsmail Vuran, Kahraman Bağatır, Kamil Tekdamar, Kazım Güzel, Kemal Türen, Kemal Uslu, Lidya Kostanda, Lui Şalabi, Marsel Şalabi, Mehmet Ali Yalım, Mehmet Bengü, Mehmet Kadiroğlu, Mehmet Kaya, Mehmet Ülkütaşır, Meno Zamboğlu, Metin Bıkmaz, Metin Filmer, Mesut Kişisel, Mustafa Doğan, Muzaffer Tuncalp, Necdet Türkantoz, Necla Evren, Necdet Altınel, Necdet Oktay, Nedret Aloğlu, Nejat Altav, Nejat Görman, Nusret Vuran, Oktay Enünlü, Oktay Kökten, Orhan Cürdaneli, Orhan Sönmez, Orhan Yamanoğlu, Osman İdikut, Ömer Faruk Arkın, Özdemir Gözüodlu, Özdemir Nişancıoğlu, Paidar Dobra, Paidar Demir, Pavlo Ditkowski, Rafet Hamurcuer, Recep Ogan, Sabahattin Erman, Sacit Seldüz, Sadi Gülçelik, Salih Al, Sarper Kartal, Semih Atalay, Sezai Türkeş, Sırrı Sümer, Suat Kesim, Sedat Erener, Sema Bora, Sinan Erdem, Siray Özgüden, Şahap Yeşerenyuva, Şakir Eczacıbaşı Şeref Tunca, Şevket Güventürk, Teoman Sepken, Tevfik Aynel, Tuna Baltacıoğlu, Tunç Başaran, Tunç Kurtböke, Turan Hakkut, Turan Şar, Turhan Erdil, Türker Topel, Ünal Barkoy, Vahit Çolakoğlu, Valentin Holyavkin, Vedat Ertan, Veysi Dikeç, Yılmaz Akınlar, Yılmaz Eser, Yücel Aslan.
Voleybolda Yılın “EN”leri anketi tüm hızıyla devam ediyor... 30 Aralık gecesine kadar sürecek olan anketime lütfen siz de oy veriniz... Soruların tümüne katılmak zorunda değilsiniz...
Oylarınızı buradan, epirden@yahoo.com ve Hasan Uğur Epirden facebook adreslerinden gönderebilirsiniz...
Her şık için lütfen 1 tercih yapınız ve 1 kez oy kullanınız...
ÖNEMLİ RİCAM : Geçen anonsumda eklemeyi unuttum, sizlerden ricam, “k) Yılın en başarılı voleybol köşe yazarı…” şıkkında lütfen beni istisna tutunuz... Teşekkür ederim...
Öykü ve kıssadan hisse : Hasan Uğur Epirden
1960'li yıllardı... Ezeli rekabet biz yukarı mahalle ile her zaman yendiğimiz, ancak dayak yiyerek uğurlandığımız (!), yaşça bizden büyük aşağı mahallenin içine işlemişti... Ortaköy'ün sırtını Yıldız Parkının duvarlarına dayayan, ismini üzerine gelisi güzel serpilmiş bulunan irili ufaklı tarihi çakıl taşlardan alan ünlü (!) sahamız "Taşlık" tarihi günlerinden birini yaşıyordu... Sahanın etrafında ben diyeyim 80, siz deyin 100 ateşli taraftar güneşli bir pazar sabahının keyfini aksam rakı sofralarına taşımak için sabırsızlanıyordu... Bekçi Ökkeş efendi ise sinekkaydı traşını olmuş, iki taraftar grubu arasındaki tampon bölgedeki (!) yerini çoktan almış, altın dişleriyle etrafa gülücükler dağıtıyordu…
Durum 4-4 iken, “Piç” Tarık'ın elle tacizli markajından sıyrıldım ve kaleci “Goril” Hamdi ile karşı karşıya kaldım... Telef olmamam için yanına fazla sokulmadan şut atmam gerekiyordu… Zaten herifçioğlunun homurdanmasını duymaya başlamıştım… Yaratana sığınarak topa vurdum… Bizim mahalle "Gooool !..." diye sevinçten üzerime doğru koşarken, aşağı mahalle de "Auttt !..." diye onlara saldırıyordu... Hakem “Dört göz” Recai ise kisa bir geometrik bakis ve sinüs/kosinüs hesabı sonrası santra yuvarlağını göstererek (Yuvarlağı bir türlü doğru çizemiyorduk, bazen oval oluyordu…) golü vermişti… Sen misin golü veren ?... Artık aşağı mahallelilerin hedefi değişmişti… 1 metre 60 santimlik “Dört göz” Recai aralarında çoktan kaybolmuştu… Garibim bu hakemlik sevgisi yüzünden az dayak yememişti… Ama bu kez gerçekten durum ciddiyet arz ediyordu…
Maçın bitimine 2 dakika kala aşağı mahalleye böyle bir kararı vermek her babayiğidin harcı değildi… Ama benim altın golümü vermişti bir kez… Ama o babamızdan, hocalarımızdan aldığımız spor ahlakı ve terbiyesi yok mu ?... İşte birden o vurduğum topun kaleyi belirleyen, üst üste konulmuş iki kaldırım taşının hayali üst uzantısının (!) dışından gidişini bir kez daha gözümün önüne getirdim… “Dört göz” Recai'yi rakip kuşatmayı yararak buldum ve topun auta gittiğini itiraf (!) ettim. Ettim etmesine de... Bu kez beni kucaklayan, sarıp, sarmalayan, öpen ve yalayan (!) aşağı mahalleli kardeşlerimdi (!)… Beni ne kadar çok sevdiklerine (!) ancak yeni şahit olmuştum.... Ancak bu kez başım bizim çocuklar ve taraftarlarla belaya girdi... Yok ben maçı satmışım... Yok vatan hainliği ancak böyle olurmuş... Yok içlerinde yılan beslemişlermiş... Bu övgülere (!) nereden geldiğini hala çözemediğim bir iri taş başımda son noktayı koydu… Beş dikiş, üç gün yatak istirahati yanında tüm bunlara tuz biber eken rahmetli anamın verdiği "Ebedi Taşlık maçları yasağı" tuz biber ekti...
Kendi kendime "Doğru mu yaptım ?...", "Ben nerde yanlış yaptım ?..." diye serzenişte bulunurken ve içim içimi yerken yokuşun başında gördüğüm Ayşe teyze elinden filesini almak istediğimde "Sen git de aşağı mahalledekilerin filelerini taşı" diyerek hala kızgınlığını yüzüme vuruyordu….
Seneler su gibi akıp, geçti...
Sporcu, antrenör, yönetici derken görgü dağarcığım epey doldu. İcra ettiğim birçok meslek dalı da beni olgunlaştırdı... Ancak geçmişten geleceğe doğru bakarken spor kişiliği ve ahlaki üzerine kuşkularım ve tedirginliğim arttı...
Ülkemizde bazı branşların dışında inanılmaz bir yozlaşma var… Sporcu/antrenör/idareci/seyirci/basın ve medya arasında yaşanan aykırılıkları, didişme ve sataşmaları, sahte gülücükleri, birbirlerine kinle bakan gözleri, salyalı argo edebiyatı (!), yalan yanlış haber ve karalamaları artık ben ve benim gibiler daha fazla kaldıramaz duruma geldik... Hele hele tribünleri dolduran bir grup sözde taraftar ?... Onların yarattıkları çirkin küfür edebiyatı, hakaret dolu hareket ve sözcükler... Ve tüm bunları gülümseyerek, keyif alıyormuşçasına izleyen sözde spor idarecileri...
Kendimize gelelim beyler... (Artık ne yazık ki aralarına karışmış bayanlar da var...) Sporun bir erdem olduğunu, yenmek kadar yenilmenin de doğal olabileceğini anlayabilelim ve hazmedebilelim... Küfür ve tacize son verelim. Doğru olmayı, el sıkıp tebrik etmeyi öğrenelim...
Ve tabii ki tüm bu ilke ve prensipleri bizden sonra gelecek nesillere aşılayalım ve aktarmaya çalışalım… Hemen... Yol yakınken... Ve bir "FAIR PLAY" ülkesi olalım.... Olalım ki bizi tüm dünya ülkeleri Olimpiyat Oyunlarına yakıştırsın...
Ve sakın unutmayalım ki, ceddimiz hoşgörü, yardımlaşma, misafirperverlik, saygı ile yoğrulup bu günlere gelmiştir... Türkü Türk yapan bu emsalsiz karakterimiz ve meziyetlerimizdir...
Ve gene unutmayalım ki, 80 küsur yıl önce "Ben sporcunun zeki, çevik ve iyi ahlaklısını severim" diyebilmiş ulu önder Atatürk'ün evlatlarıyız... Ona layık olmaya çalışalım…
Tüm spor camiamızı sportmenliğe, centilmenliğe davet ediyorum... Bizlere en yakışan düstura... "FAIR PLAY" YAŞAM İLKEMİZ OLMALI…
HİKMET İNANLI VE EFSANESİ...
Araştıran ve derleyen : Hasan Uğur Epirden
26 yıl..............Uykuda geçen zaman.
1 yıl..............Tuvalette geçen zaman.
3 yıl..............Yeme/içme için geçen zaman
5 yıl..............TV izleme için sarfedilen zaman.
3 yıl..............Şehir trafiğinde harcanan zaman.
4 ay.....Sekse ayrılan zaman.
1 yıl 4 ay.....Tahsil için ayrılan zaman (Üniversite)
1 yıl 2 ay.....Telefon görüşmeleri süresi
10 ay....Gazete,dergi,kitap okuma için ayrılan zaman.
4 yıl 5 ay....İş mesaisi
------------------
* Kenefte geçen süremiz, sevişerek geçirdiğimiz sürenin 2,5 katı.(Ne zevk ?)
* Telefonda lak lak yaparak geçirdiğimiz süre toplam iş mesaimize ayırdığımız sürenin 1/4'ünden fazla. (Biraz gayret etsek sadece lak laktan emekli olacağız !)
* Şehir içi trafiğinde geçirilen zaman neredeyse iş mesaisi kadar. (Ne yazık ki trafikte biz emekli değil ya şehit ya da gazi oluyoruz !)
* TV izlerken harcadığımız zaman da iş mesaimizden fazla (Biz de Tele-Vole faktörü dolayısıyla daha ince hesap yapmak gerek !)
Eeee... Böylece 70 yılın 59 yılını güle oynaya bir çırpıda yuttunuz...(Farzedelim canım...) Geriye size kaldı tam 11 koca yıl (!)...
Seyahat etmeniz, dostlarınızla bir araya gelip, laflamanız, canınızdan çok sevdiğiniz bilgisayarınıza şevkat göstermeniz, arada bir spor yapabilmeniz (!), belki de çok sevdiğiniz sigaranızdan derin derin nefesler almanız, (!)
tutkunuz olan içkiden yudumlamanız, sağlık sorunlarınızla boğuşabilmeniz (Allah bazen korumuyor !..), zaman zaman yıkanıp pir-u pak olabilmeniz, ev hanımıysanız yemek, çamaşır, bulaşık ve ev temizliği yanı sıra saç
bakımı,alışveriş vesaireye, evin erkeği iseniz geçim hesapları, evin ufak tefek tamiratları vesaireye zaman ayırabilmeniz için.... Bu kısacık bölümü de kederlerden, üzüntülerden, evhamlardan, dertlerden, her
türlü sevimsizliklerden koruyup dolu dolu yaşamak (!) düşüyor bizlere... Acı ama gerçek !..
Buradan elbette çıkartılacak bir ders var !... Hayat her şeye rağmen güzel...
Nefes almak, yemek, içmek, sevmek, sevilmek, sevişmek... “Başardım !...”
diyebilmek… Dahası gülebilmek... Mühim olan Allah’ın bize lütfettiği süre içerisinde insanca yaşayabilmek... ve de...o en son an geldiğinde, karşınızdaki ahalinin sizi nasıl bildiğinin cevabını tek bir yürek ve samimi olarak “İyi” alabilmek...
İşte koca bir ömrü nasıl harcadığımızın, pardon yaşadığımızın ibret tablosu...
Şimdi sıra sizde... Belki de pek geç kalmamışsınızdır ?...
Bakalım neyi uzatıp, neyi kısaltacaksınız ?...
Bu köşe yazısı aynı zamanda www.turkiyehaberajansi.com ve www.turksporajansi.com sitesinde de yayınlanmaktadır...
Tüm yazıların yayın ve paylaşım hakkı www.voleybolx.com sitesine ve Hasan Uğur Epirden'e aittir... İzinsiz alıntı yapılamaz...